6 Mayıs 2007 Pazar

SARI YAPRAKLAR

gözlerine çok da değdirmeden gözlerimi
bir yolunu bulacaktım söylemenin içimdekileri

Bozkırın ortasında sarı bir Eylül almış başını gidiyor. Bu yıl pek de etkilemedi beni sarı. Oysa geçen yıl daha da farkındaydım bu rengin. Ayda iki haftasonu tam 763 km yol yaparak onu görmeye giderken bu ülkenin tarım raporunu verecek kadar çok tarımsal alanlardan geçiyordum. Bu yolculuklar sırasında koleksiyonuma eklemek için üç eyaletin gazetelerini satın alıyordum. Almışken de okuyup mısır, soya, buğday ve yonca üretimi hakkında yerel haberleri izliyor benim gibi şehirli birinden beklenmeyecek kadar tarımsal politikalar hakkında bilgi sahibi oluyordum. O ve onun akademik hırslarının ardından giden arkadaşlarına gözlemlerimi; 12 gün içinde bitkilerin boylarında ve renklerindeki değişimi derin bir hayranlıkla anlatırken gizliden kendimle gururlandığımı farkediyordum. Ama bu tam bir yıl önceydi...

Bu sabah erkenden kalkıp kendimi ılık suların altına atarak uyanmaya çalıştım. Apartman dairem serindi. Mayıs başından beri hiç susmamacasına çalışan merkezi havalandırma yapay bir huzur, rutubetli yazdan arınmış kuru serin bir sığınak vermişti bana. Ilık suların altından çıkıp soğuk hava üfleyen klimanın önüne geçtiğimde derimin pürütüklenmesini keyifle seyrettim. Üzerimden uçup giden buharlara baktım kendimi aynada görmeye çalışırken ve bu defa ne olacağını düşündüm. Yine onca yolu aştıktan sonra akşam yemeğini yiyecektik beraber, sonra belki sevişecektik çabucak; rutin buluşmalarımızın "karşı konulmaz büyüsü" bozulmasın diye tabii. O laboratuarında yürüyen önemli bir deneyi ya da öğrencisinin virüs bulaştırdığı ana bilgisayarı kurtarması gerektiğini bahane ederek gidecekti. Kocaman evinde yapayalnız kalacaktım, sadece spor ve haber kanallarına ayarlanmış büyük ekran televizyonu önünde.

Bir iki defa onu takip etmiştim. Aslında ardından gidip sürpriz bahanesiyle sabahın bir saatinde laboratuarındaki ofisine kahve götürmüştüm. Çok sevinmişti ilk defasında ama bunu bir alışkanlığa döndürmeye başladığımı görünce " Geceleri sokaklara yalnız çıkmanı istemiyorum; evde alarm sistemi devrede olduğu sürece güvendesin" diyerek sonlandırmıştı. O saatte binada gece bekçisi dışında kimseler olmadığından, işine olan düşkünlüğünü de hesaba katarak aslında beni aldatmadığında karar kılmıştım. Taa ki o son görüşmemize dek...

Mümkün olduğunca yavaş hazırlanmaya çalışıyorum bu sabah. Emin değilim onu yeniden görmek istediğimden. Mutfağa gidip kahve hazırlıyorum dalgın dalgın. Aklıma onun yanındayken beni kahve kokusu ile uyandırdığı sabahlar geliyor. İçimde o tanıdık sıcaklık beliriyor. Yüksek sesle tekrarlıyorum " Hayır... Aşık değilim ona.". Sıradan günlerimde yapmadığım işler çıkartıyorum kendime; bir yandan kahve içiyor, bir yandan radyodan yerel haberleri dinliyorum. Kedinin kumunu temizliyorum. Dolaptaki yerfıstıklı çorbayı döküp koca tencereyi yıkamaya girişiyorum. Tam köpüklü jelli tencere ile uğraşırken cep telefonuma gelen bip sesi yeni bir e-postanın varlığını haber veriyor. Biliyorum ondan. Açmaya cesaretim yok. Kendime yeniden soruyorum aşık mıyım diye. Araya giren aylara ve başka tenlere rağmen hala ona aşık olma olasılığımın varlığı beni ürkütüyor. Merakım galip geliyor, bilgisayara uzanıp tüm cesaretimle e-postalarıma ulaşıyorum...

Doğru bilmişim... Ondan haber var... Açıp okusam ne değişecek ki...
Konu: Bozkır yolculuğu
Tarih: Eylül 11, 2001
Kimden: kırmızı toprak
Kime: sarı yapraklar
Sevgilim ( hala sevgilim misin bilmiyorum)
Bu haftasonu buraya geleceğini umuyorum. Eğer gelmezsen yarın benim yatağımda sevişmemizin üzerine tam bir yıl geçmiş olacak. Ya da birbirimizi görmeyeli bir yıl olacak mı demeliyim. Artık ya devam edelim sevişmeye ya da yollarımızı ayıralım da herkes kendi yolunda gitsin. Seni bekliyorum, her zamanki saatte ve tabii ki benim evimde. Anahtarın var. SENİ SEVİYORUM... SENİ HALA ÇOK SEVİYORUM!!!
*******
not: lütfen gel... bu son deneme olacak biliyorsun... gel... n'olursun gel...

Hep böyle değil mi... Hep aramızdaki bağ gerildiğinde n'olur diyerek beni kendine bağlar ama evde olup beni karşılamak aklına gelmez. Anahtarım varmış... Tabii ki var; hala anahtarlığımın üzerinde canımı her acıtmak istediğimde avucumda sıkıyorum. Tekrar mutfağa dönüyorum. Tencereyi kurulayıp yerine yerleştiriyorum, oysa bulaşık kurulamaktan nefret ederim. Biraz daha kahve alarak bilgisayarın başına geçiyorum. Mesajı yeniden okuyorum, belki satıraralarında kalanları yakalayamamışımdır diyerek. Bunlar onun kelimeleri, onun cümleleri... Yüzlerce mektup, mesajdan sonra artık nerede okusam, onun kelimelerini tanıyorum. Son bir yıl içinde tekrar tekrar okuduklarımı saymıyorum bile.

Yedi saati içinde rahat geçirebileceğim şeyler giymeye çalışıyorum. Onu arayıp aramasam mı düşüncesini tartıyorum içimde. Karar veremiyorum... Aslında bir yıldır onu ve kendimi bu sürüncemede bırakarak aslında bir karar vermenin sonuçlarından kaçtığımı farkediyorum. Şimdi yine aynı belirsizlik içindeyim. Oysa daha kolay yön çizen ve bunun sorumluluklarını taşıyabilen bir insandım ben. Ne zaman bu özelliğimi yitirdim? Neden bunu farketmem bu kadar uzun zaman aldı anlayamıyorum. Hala yol için ne giyeceğimi bilmiyorum. Onunla geleceğimi nasıl şekillendireceğimi bilmememden kaynaklanan huzursuzluğum hayatımın diğer alanlarına da bulaşarak beni mutsuz, aksi, hiç birşey beğenmeyen bir insan yapmıştı. Bunun farkındayım ama bir türlü bu kararsızlık çemberini kıramıyorum.

Tüm pişmanlıklarım, kaybettiğim zaman ve başlayıp da bitiremediğim işler aynı anda benden intikam alırlarken son bir gayret ile bulduğum bir çantaya elime geçen herşeyi tıkıştırıp hamle yapıyorum. Artık karar zamanı... Kediye iki günlük yemek ve su bırakıyorum. Evin ışıklarını söndürüp, klimanın derecesini yükseltiyorum. Anahtalarımı kapının arkasındaki askıdan alıp olanca gücümle kapıyı çekiyorum. Artık özgürüm... Kendimce çemberimi kırdım sadece bazı kararlar alabilmek için yedi saat yol gitmem gerekecek.

Bir yandan ağız dolusu söylenirken bir yandan da bavulumu çekiştirerek asansörsüz bir evin dördüncü katından aşağıya inmeye çalışıyorum. Bir an önce arabama binerek klimalı yapay ama serin bir ortama girmek için sabırsızlanıyorum. Sarı Eylülün nemli sıcaklığı nefeslerimi ağırlaştırıp adımlarımı güçleştiriyor. Akıllı bir iş değil bu mevsimde seyahat etmek. Hele yola çıkmak için Cuma gününü seçmek tam bir delilik. Dışarısı sıcak... Güneş yaladığı çıplak teni kavuruyor oysa daha öğle vakti olmadı bile. Şu topladığım gazetelerden öğrenmiştim Eylül ayında ultraviole ışınlarının en yüksek noktasında olduğunu da; ne şaşırmıştım. Ben Temmuz ya da Ağustos beklerdim... Peki ya günün en sıcak saatinin öğle suları değil de akşam üstü beş altı arasında olmasına ne demeli. Memleket garip bir memleketti ve buralarda yaşayanlarda ister istemez ayak uyduruyorlardı bu garipliğe. Benim yaptığım çok mu akıllı bir iş. Bir karar verebilmek için yedi saat yol gitmek hem de bu sıcakta güneye yol almak...

bahçende yürürken
ayaklarımın altında yeşil gevrek çimen
ağır nemli nefesler dolacak ciğerlerime
ve kenara çekilecek tedirgin duygular içimde

Aşk sözkonusu olduğunda nelere katlanıyor insan. Yapmam dediklerini yapıyor ve bundan, yaparken değil de aşk tarafından ezilip toza çevrildiğinde utanıyor. Gidilecek yol erirken tedirginlik içimde artıyor. Bir yıl aradan sonra biraraya geldiğimizde neler olacağını korku ve merak karışımı duygularla beklerken, beş saattir aynı CD'nin dönüp durduğunu farkediyorum. Değiştirmek içimden gelmiyor. Nasılsa duyamıyorum sözlerini çalan şarkıların. Böyle dalgın yoğun araba kullanmak aslında iyi değil derler. Babam, canım babam şimdi görse beni kenara çek ve biraz dinlen derdi mutlaka. İlerlerde benzin almam gerekecek nasılsa. Ben hep aynı benzincilere girmeyi severim. Bunu da hem babamdan hem de ondan öğrenmiştim. Babam onu hala çok sever, çünkü bir yıldır birbirimizi görmediğimizi bilmiyor. Onun akademik başarılarından sanki kendi çocuğunun başarılarıymış gibi bahseder. Onunla tanışdığından beri beni akademik dünyaya dahil olma konusunda sıkıştırmayı da bıraktı.

İşte benim bu yolda hep durduğum benzinci. Acaba kasadaki mutsuz ve çirkin kadın hala orada mı? Bir de orada hep duran karanlık adam onunla hala konuşmaya çalışırken, gelen müşterilere korku salıyor mu? Şimdi göreceğiz bakalım. Küçük kırmızı, az benzin yakan şehir arabamı 7 no'lu pompanın önünde durduruyorum. Dalgın dalgın benzin deposunun iki aşamalı kapağını açıp hortumun ağzını salıveriyorum. Beklerken saate bakıyorum sadece bir saatlik yolum kalmış. Bir telaş kaplıyor içimi, panikliyorum. Deponun ağzına iyice oturmayan hortumun ucu elimden kayıyor ve ortalığa ne kadar olduğunu kestiremediğim miktarda benzin dökülüyor.

Bir kısmını yere döktüğüm benzinin parasını ödemek için içeriye giriyorum. Bir şişe su, çikolata ve naneli çiklet alıp kasiyere uzatıyorum. Kasiyer kadın değişmiş. Bu kadın çok güzel, çok da seksi giyinmiş. Ona adamı soruyorum. O adamın çirkin kasiyeri bir ay önce silahla vurup sonrada tuvalette intihar ettiğini anlatıyor bir çırpıda. Aslında burada çalışmak istemediğini ama bulabildiği tek işin bu olduğunu söylerken öyle hiddetli ki yüzü. Eski kasiyerin çirkinliğinin kaynağının bu hiddet olduğunu ve bu kadında da aynı izlerin yerleşmeye başladığını görüyorum. Belki gelecek yıl bu zamanlar bu kadının da çirkin olduğunu düşünmeye başlarım, kimbilir... Karar verdim galiba... Gelecek yıl bu zamanlar diyorum...

Kredi kartını uzatıyorum, başka bir şey isteyip istemediğimi sorduğunda "bir çakmak, bir paket LUCKY STRIKE" diyorum. Kredi kartı slipini imzalayıp kadına uzatırken gülümsüyor, kolyesini çok beğendiğimi söylüyorum. Yüzü birden güzelleşiyor bana iyi günler diliyor. Arabama yürürken insanları mutlu etmenin çok zahmetli bir iş olmadığını düşünüyorum. O, hep kasiyerlere, garsonlara, kuryelere iyi davranır bir şekilde onları gülümsetir... Daldığım düşünceler sadece gerildiğim zamanlarda içtiğim sigaraya tekrar sarılmama engel olamıyor. Arabamın kapısına ulaştığımda yoğun benzin kokusunu farketmeden ağzıma bir sigara iliştiriyorum. Ve elimdeki ucuz kırmızı çakmağı ateşliyorum.

ellerime değen saçlarınla sakin
geriye hiçbir kanıt kalmayacaktı kavgalarımızdan
herşey saf yeniden başlayacaktı sessiz
bir aşk yeşerirken habersiz
yaşananlar unutulacak
zaman yavaş ve sakin harcanacak

15 Mart 2007 Perşembe


YOLUN YARISINA BİR KALA

Yine bir büyük şehirdeyim
Kocaman bir gölün kıyısında
Uzun ışıklı koridorlarında dolaşan bir büyük karmaşayla
Rüzgârlara teslim edilmiş gün saatleri
Işıklara boğulmuş bir büyük tezat kara gölün kıyısında gece
Hızlı adımlarla yürüyorum sokaklarında
rüzgâr büyük binalardan çarpıp saçlarımı uçuşturuyor her yönden
uzun zamandır ilk defa iyi hissediyorum kendimi nedensiz
bir büyük binaya tırmanıyorum en hızlı asansör ile
kulaklarım uğulduyor doğaya karşı işlenen bu büyük suç ile
camlardan aşağılara bakıyorum telaşlı içim bulanıyor
başımda büyük bir ağrı var doksandördüncü katın penceresinde
bir de anlatılmaz bir korku eşlik ediyor nefeslerime
ya bir başka uçak çarpmaya karar verirse diye bu gece
karanlıkta bu gecelik içinde yaşadığım şehrin
seslerini dinliyorum,
yerleştiriyorum beynimin içine yavaş
akdeniz kıyılarından bir yaşam kesitinden
bir parça da olsa tanıdık bir mutfaktan lokmalarla
anımsatmaya çalışıyorum kalbime aslında doğduğum yerleri
akdeniz aksanlı garson önüme bir zeytinyağı şişesi koyuyor
gözlerim doluyor tek damla akan
bu restoranın barında sıralarken lokmalarımı şarapla
eski tahta bir dolap takılıyor aklıma
yıpranmış belli ki geçen yıllarda
tatlı bir şarap sonrasındayım dakikalar akarken
kalabalık her yerde kimseler daha evlerine gitmezken
bir su bardağını önümde tutuyorum olabildiğince
bir mucize istemiştim bu gece için, olmadı yine
yarın doğum günüm yolun yarısına bir kala
gerginliklerinden kalkıp geldim buraya kalbimin
kaç yıl aktı gitti hayatımdan
tam kritik bir zaman yaş ortalamalarından
yarın benim doğum günüm yolun yarısına bir kala
içimde bir çocuk var hüzünlü
bekliyor inatla